Yeni yıl hayali

Her şeyin eski haline dönmek üzere bir anlığına adeta sıfırlandığı yeni yılda, 2007’nin şubat ayında kaybettiğimiz şair Zahrad’ın “bir günlüğüne kelebek olma” hayalini gerçekleştirmek ümidiyle.


Hayal

Doğdu insan - göçtü insan
ömrü hayatında
hiç değilse bir gün
........... yirmi dört saat
gönlünce yaşayan
özgür
bütün çiçeklerin sevdiği
tek günlük bir kelebeğe
dönüşemedi

güzün kurumuş yapraklarıyla beraber
çöpçü
kelebekleri de süpürdü

Moris'le Kirkor'un İstanbul'u

Agos, 26 Aralık 2008

İstanbul’un, 2010 Avrupa Kültür Başkenti tanıtım filminde gayrimüslimleriyle, kilise ve sinagoglarıyla, mutlu, eğlenceli, huzurlu, kendisiyle barışık bir fotoğraf vermeye çalışması, şu ‘şecere günleri’nde ne kadar da kötü bir şaka gibi duruyor.


İnsan düşünüyor: Filmde Moris ve Kirkor’a
sunulan teşekkürlerin hayatlarımızda bir karşılığı var mı, yoksa varmış gibi yapmamız mı isteniyor? Moris, Kirkor, Ester ya da Anna olduğumuz için şimdiye dek hiç şükrana, teşekküre benzer bir jestle onurlandırıldık mı ki?

Abdullah Gül’ün annesinin Ermeni kökenli olduğu iddiasının onun güvenilmezliğine kanıt olarak gösterildiği, bu tavrı kınayanların pek çoğunun olayı ‘hakaret’ çerçevesinden gördüğü, cum
hurbaşkanının ise, çok daha farklı mesajlar vermek varken, olayı Türk ve Müslüman olduğunu bir kez daha ispat etmenin fırsatı olarak değerlendirmeyi tercih ettiği bir ülkede, cevabı belli sorular...

İstanbul’un yapay bir mutluluk ve huzur fotoğrafına kıstırılmasının ne büyük bir haksızlık olduğunu ve kentin çok daha fazlasını yaratıp paylaşacak gücü olduğunu, Karin Karakaşlı her zamanki ışıltılı kalemiyle yazdı (Radikal İki, ‘İstanbul... Başkentsiz Bir Memleket’, 30 Kasım 2008).

Biz oraya değil, meselenin diğer yüzüne bakalım.
O yapay İstanbul’u yaratmak isteyenlerin, gayrimüslim hemşerilerinden, hangi hakla o fotoğrafta bir renk, bir süs olmaya gönül indirmelerini talep ettikleri ve buna razı olmanın ne anlama geldiği üzerinde duralım.


Kültür başkentinin gülen yüzlü cemaati olmak

Agos’ta da haber oldu. Ermeni toplumu İstanbul 2010 Kültür Başkenti çalışmalarına çeşitli projelerle katılacak. Düzenleyici komitenin Patrikliğe gönderdiği çağrı sonucunda çeşitli toplantılar yapıldı, bazı kararlar alındı, bir yürütme komitesi oluşturuldu.


İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Erme
ni Cemaati Projeleri Yürütme Kurulu Başkanı Nazar Büyüm, amaçlarını, “Toplumumuzun kendi kültürel değerlerini en etkin biçimde ortaya koyması gerekiyor. Ermenilerin, Ermeni kökenli kültür ve sanat insanlarının İstanbul kentine geçmişten bugüne yaptığı eşsiz katkıların vurgulanması için, Türkiye Ermeni cemaatinin de tıpkı öteki cemaatler gibi sanatsal etkinlik, yayın ve benzeri alanlarda proje geliştirmesi hepimizin ortak hedefi…” sözleriyle açıklıyor.


Grubun iyi niyetle hareket ettiğinden zerre şüphe duymasak da, iyi niyet taşlarıyla döşeli yolların insanı her zaman cennete götürmediğini biliyoruz.

Terazinin bir kefesinde, Avrupa Kültür Başkenti benzeri büyük projelerin toplumsal dönüşüme ivme kazandıran bir yönü olduğu gerçeği var. Bu sayede, İstanbul’un gayrimüslim topluluklarının kentin geçmişinin ve bugünün birer parçası olduğu bilgisi, İstanbulluların ortak bilincine bir nebze yerleşebilir elbette. İstanbul ve Türkiye hakkında karar verme yetkisine sahip muktedirlerin bu coğrafyayı azınlık toplumlarının gönül rahatlığıyla yaşayıp kültür ürettikleri bir yer olarak göstermeye çalışması da, zihinlerde değişen bir şeyler olduğunu gösterir.

Yine de, üzerinde durulması gereken sorunlar var: Yaşanan ve hâlâ yaşanmakta olan haksızlıklarla ilgili sorunlar. Kentin her yerinde yükselen bayrak direkleriyle simgelenen toplumsal iklim karşısında Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Yahudilerin gündelik yaşantısının giderek zorlaşması mesela... Türkiye’nin kadim gayrimüslim topluluklarının izlerinin silinmesi için verilen bilinçli çaba, cumhuriyet tarihi boyunca dertlerini yüksek sesle dile getirmeye cesaret etmiş yegâne Ermeni’nin gerçek katillerinin bulunması yönündeki emeklerin geçen iki yılda hep engellerle karşılaşması gibi ağır meseleler var...


Bu şartlarda, İstanbul’un mutlu mesut gayrimüslim hemşerileri olarak aile fotoğrafında yer almak içimize gerçekten siniyor mu?

Peki, ya aile fotoğrafı çekildikten, evli evine köylü köyüne döndükten sonra ne olacak? Aynı korkularla, aynı baskılarla, aynı yasla baş başa mı kalacağız?


Bizlere tanıtım filmlerindeki pırıltılı, güvenli yaşamı sağlaması gereken devlet adamlarının, “Hadi gelin, projelerinizi sunun, siz de kendinizi anlatın” demelerine karşılık, onlara “Asıl siz bizim yaşamımızı kolaylaştırmak için ne yapacaksınız?” diye sormayacak mıyız?

Özrün özü

Agos, 19 Aralık 2008

Özür bir milattır. Ardından yeni bir dilin sözcükleri sökün eder.

İhtiyacımız olan, tam da o dilin getireceği taze, ince, serin, nazik iklimdir.

Özürden sonra karşınızdakini suçlamazsınız artık. Konuşurken sürekli “ama” deme ihtiyacı duymazsınız.

Özürden sonra karşınızdakini dövmeye kalkmazsınız. Onu aç biilaç yollara salıp akbabalara yem etmeyi düşünmezsiniz.

Özür varsa strateji yoktur, hesap yoktur.

Özür bir son değil, bir başlangıçtır. Özrün kendisi kadar, arkasında durup durmayacağınız da önemlidir.

Bu ülkede bir Ermeni, bir Yahudi, Bir Rum, bir Süryani –bir Ermeni, bir Yahudi, Bir Rum, bir Süryani olduğu için– kötü muamele gördüğünde siz yanı başında bitmezseniz; bu ülkede bir Ermeni vakfının malına daha el konduğunda, o vakfın kapısında nöbet tutmazsanız; bu ülkede bir Ermeni okulu daha öğrencisizlikten kapandığında siz haberdar olmazsanız; bu ülkede Ermenicenin neden eriyip bitmekte olduğu sizin de derdiniz olmazsa, özrün yaldızı pul pul dökülür, içi boş kalır.

Özür en çok, siz özrünüzün kıymetini bildiğinizde, onun arkasında durduğunuzda, onun yaldızlarının dökülmesine izin vermediğinizde özürdür.

Memleketim arkadaşlarımdır

Agos, 19 Aralık 2008

Şu özür meselesinde, bu memleketin bir garip Ermenisi olarak söz söylemek bana düşer mi, düşmez mi diye uzun uzun düşünüp, düşmemesi gerektiğine karar verdim ama, işte yine de kendimi tutamadım. Birkaç kelamım var.

Öncelikle, hiç kimseden, hiçbir bireyden, bir özür beklentisi içinde olmadığımı söylemem lazım.
1915’te yaşananlar, içimde, derinde bir yerlerde açık bir yara gibi duruyor, ama canımı yakan o yara değil. Canımı, 90 küsur yıl sonra, 2000’ler Türkiyesinde, o yaraya tuz basan sistematik inkâr mekanizması yakıyor. Canımı, ölülere, acılara, kayıplara, yaralara saygı duymayan bütün bu nefret kültürü yakıyor.

Canımı, hasbelkader Ermeni ana babadan doğmuş bir ana babadan hasbelkader doğmuş bir garip insanoğlu olarak, şu memlekette, kendi memleketimde, sırtımda her an kırılacak yumurtaların dolu olduğu bir küfeyle yaşamak zorunda olmak hissi yakıyor.

Canımı, ilkokula başladığım, Elmadağ’daki Lusavoriçyan okulunun, üçüncü sınıftan dördüncüye (bütünlemeye kalarak) geçtiğim yıldan sonra öğrenci yokluğundan kapanması yakıyor. Okulumun önünden her geçtiğimde, küçükken top oynayıp ‘ulusal’ bayramlarda şiir okuduğum bahçenin duvarını bürüyen yosunların, binanın kırık camlarının görüntüsü yakıyor.

Canım yandığı ve yanmaya devam ettiği için, aynı toprak üstünde yaşadığım insanlardan değil ama yurttaşı olduğumu devletten bir özür bekliyorum. Hem 1915’te olanlar, hem de sonraki yıllarda yok edilen Anadolu ve Trakya gayrimüslimlerine reva görülen muameleden ötürü.
İşte bu yüzden, gelecekte bir gün gerçekleşeceğine inandığım bu özrün Türkiyesini yaratmak için mücadele veren herkese büyük saygı ve minnet duyuyorum.

Biliyorum ki, 1915’te yaşananlardan ve bunun inkârından ötürü özür dileyen Türkiyelilerin meselesi öncelikle kendileriyle, kendi vicdanlarıyla, sabah kalktıklarında baktıklarla aynalarla.
Kime ne ifade edeceği hakkında hiçbir fikrim yok, ama bu insanların hepsinin başımın üstünde yeri var –Türkçede hissettiklerimi daha iyi ifade edecek bir ifade hatırlamıyorum, siz hatırlıyorsanız lütfen bana hatırlatın.

Metinde soykırım kelimesinin geçip geçmediği veya içeriğinde ne olduğu benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Aslolanın özrün kendisi olduğunu biliyorum. Hele hele, Türkiye’de milli eğitimin betondan sıralarında yetişmiş insanlar için, herhangi bir meselede özür beyan etmenin ne kadar çetin bir uğraş gerektirdiğini düşününce.

Bana bu ülkede kalma gücü veren, Türkiye’nin biraz daha yaşanır, daha demokratik bir ülke olması için mücadele veren insanlardır. Soranlara –ki insanlar bizlere artık “Hâlâ nasıl yaşıyorsunuz orada?” diye soruyorlar– “Burada arkadaşlarım olduğu için, benim gibi düşünen insanlar olduğu için, farklı düşünsek de bir masada karşılıklı oturup konuştuğumuzda anlaşabildiğim insanlar olduğu için bu ülkede yaşıyorum” diyorum.

Şimdi bir sürü arkadaşım daha oldu, oluyor. Onlarla aynı havayı solumak, yaşadığımız şu cehennemi cennete çevirme hayaline birlikte sarılıyor olmak, iyi geliyor.

Başbakana, kendi üslubunca

Agos, 19 Aralık 2008

Başbakan Erdoğan’ın ‘Özür Diliyoruz’ kampanyasıyla ilgili olarak çarşamba günü ettiği sözler, devletin ve devletlu olmaya soyunan siyasilerin Türk-Ermeni sorununda geleneksel çizgiden sapmasının ne kadar güç olduğunu gösteren en taze örnek.

Bu çizgi, oportünüzmiyle, ikiyüzlülüğüyle ve bunlardan daha da önemlisi, vicdansızlığıyla malul. Bu yüzden de, Türkiye toplumu dönüşürken siyasetin elinden kaydığını hissedip, değişimin taşıyıcısı olan kesimlere karşı büyük bir hınç beslemesi kaçınılmaz.

Başbakan ne diyor?

“Göreve geldiğimiz andan itibaren, Ermenistan’a hava kapılarını açan, Van gölünde Akdamar Adası’nda Ermeni-Ortodoks Kilisesi’ni restore ederek hizmete açan Türkiye Cumhuriyeti’dir, iktidarımızdır. Bunu herhangi bir şey karşılığında yapmadık. Bunlar bir şeylerin işaretidir. Cumhurbaşkanımızın Türkiye-Ermenistan milli maçı sebebiyle davete icabet ederek Ermenistan’a gitmesi bir işarettir.”

Ne yapmalı? Bu sözlere Tayyip Erdoğan üslubunca mı yanıt vermeli?

“Açmasaydın, çalışmasaydın, gitmeseydin! Benim kara kaşım, kara gözüm için mi yaptın?” mı demeli?

Başbakan, bu sözleriyle, Türkiye’nin Ermenistan’la yakınlaşma siyaseti altında atar göründüğü adımların göz boyama taktiği olduğunu itiraf ediyor açıkça. Yazık ediyor.

Desa'da olan biten (devam)

Agos, 5 Aralık 2008

21 Kasım tarihli Agos’ta, ‘Çalışanları dinleyelim’ başlığı altında, söze “Memleketin başka meseleleri de var” diyerek başlamış, kot taşlama işçilerinin hayatını karartan silikozis hastalığına, sendikalı oldukları için işten atılan Desa deri fabrikası işçilerine ve güç koşullar altında çalışan çağrı merkezi çalışanlarına kulak kabartmıştık.

26 Kasım’da, Desa’nın halkla ilişkilerinden sorumlu Ünite İletişim’in bir yetkilisi, “36 yıldır binlerce kişiye istihdam ve Türk ekonomisi için katma değer yaratmış bir şirket olarak”, yazımdaki “tek taraflı bilgilere istinaden” kamuoyunu doğru bilgilendirmek adına, Desa Yönetim Kurulu Başkanı Melih Çelet’in kaleme aldığı bir bilgilendirme metnini iletti.

Bu haftaki ‘Hayat, Olduğu Gibi’ bu konuya ayrıldı. Metnin bir özetini yandaki sütunda bulacaksınız. Detaylara girmeden önce, bir çift kelam...

Desa’nın, kamuoyunda iyi bir itibara ve isme sahip olmak istemesi çok anlaşılır bir durum. Pek çok fabrika ve mağazaya sahip, dünyaca ünlü markalar için üretim yapan bir firmanın, çalışanlarının sendikal örgütlenme hakkını gasp eden, onları bu yüzden kapı önüne koyan, üstelik hak ettikleri tazminatları ödemeyen bir firma olarak tanınmak istememesi de öyle...

Bu çerçeveden baktığımızda, Desa’nın, çalışanlarının işlerini insanca koşullar altında yapmasını gözetmek; onların bu koşulları elde etmelerini sağlamada yegâne güçleri olan sendikanın faaliyetlerini engellememek ve böylece gerçekten dünya standartlarında bir işveren gibi davranmak yükümlülüğü var.

Desa hakkındaki iddiaları bir ya da iki işçi dile getirmiyor. Firmaya dava açmış olan 37 kişiden ve mağdur olduğu halde dava açmayan kişilerin pekçok basın organında yer almış tanıklıklarından söz ediyoruz.

Firma, çalışanlarının haklarını çiğnediği gerekçesiyle bozulduğunu düşündüğü imajını düzeltmek için harcadığı enerjinin ve paranın bir kısmını adil bir idare oluşturmak için harcasa, çok daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mı?


Firma kendini nasıl savunuyor?

Desa Yönetim Kurulu Başkanı Melih Çelet imzalı bilgilendirme metninde şu noktalar öne çıkıyor:

- DESA, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı denetimlerine ek olarak, son 15 yıldır, bağımsız denetim kuruluşları tarafından, ‘ETIBase Code’ adı verilen bir denetime tabi tutuluyor. Bu kapsamda, çalışma koşulları, fabrikalarda çocuk işçi çalışıp çalışmadığı, örgütlenme özgürlüğü bulunup bulunmadığı, sağlık ve iş güvenliği, çalışanların özlük haklarının tam olarak karşılanıp karşılanmadığı gibi, çalışma hayatının ve endüstriyel ilişkilerin temellerini oluşturan tüm konular mercek altına alınıyor.

- Hiçbir çalışan sendikal faaliyetleri nedeniyle işten çıkarılmadı. İşçiler ya kendileri istifa ettiler, yahut da muhtelif sebeplerle iş akitleri feshedildi.

- Firmada sendikalı olarak çalışmakta olan pek çok işçi var.

- Dava açan çalışanlar ya iş akdinin feshedildiği gün, veya onu takip eden 2 haftalık süre içerisinde sendikaya üye oldu. Önceden sendikalı değillerdi.

- Son 7 ay içerisinde tüm Desa fabrikalarındaki işçiler huzurlu bir şekilde çalışmakta, örgütlenme özgürlüklerini, daha önce de olduğu gibi, alabildiğine kullanmaktalar.


İşten atılan işçilerin iddiaları

Öncelikle şunu söyleyelim: TCK’nın 118. maddesine göre, bir kimsenin sendikaya üye olmaması için cebir veya tehdit uygulamak, hapis cezası gerektiren bir suç. Yani, 37 işçinin “Firma bizi sendikalı olduğumuz için işten çıkardı” diyerek dava açtığı bir ortamda, Desa yöneticilerinin “Evet, öyle yaptık” demesini beklemek pek gerçekçi değil.

Desa mektubunda iddia edildiğinin aksine, işten çıkarılan işçilerin, sendikaya üye olduktan kısa bir süre sonra, sendika üyeliğinden veya işten ayrılmaları için baskıya uğradıkları yönünde beyanları mevcut. İşçiler zaten bu nedenle yargıya başvurmuş durumdalar.

Firma yöneticisi Burak Celet’in 1 Mayıs 2008 tarihinde işçilere yaptığı bir konuşmada “Ben dahil, bu fabrikada 701 kişi de imza atsa, bugün yine de sendikalı olmam. Bunu çok iyi bilin. Burası 35 senelik firma, bugüne kadar olmadı, bundan sonra da olmayacak” dediğinin, bir ses kaydıyla sabit olduğu belirtiliyor. Bu kayıt bir televizyon kanalında da yayımlandı.

İşçlerin ortak beyanları, Desa’daki çalışma koşulları hakkında ciddi şüpheler doğuruyor. Fabrikada yasal sürelerin çok üzerinde mesai uygulamaları olduğu, bu mesailerin bordrolara yansıtılmadığı, çalışma saatlerinin haftalık 45 saatin çok üzerinde olduğu, mesaiye itiraz eden işçilerin işten atılmakla tehdit edildiği, çok sayıda kadın işçi çalıştırılmasına rağmen emzirme odası, kreş gibi uygulamaların bulunmadığı, Sefaköy fabrikasında işçilerin çalıştıkları ortamda havalandırma bulunmadığı, işçilerin üretim sırasında kullanılan kimyasalların etkisine maruz kaldığı, tuvaletlerin yetersiz olduğu, çalışma süresinde belli saatler dışında kapalı tutulduğu ve insan sağlığını tehdit edecek boyutta kirli olduğu iddia ediliyor. Ayrıca, önceden haberli denetimlerde bu koşulların geçici olarak düzeltildiği, göstermelik emzirme odaları oluşturulduğu, ancak bir-iki gün sonra her şeyin eski haline döndüğü belirtiliyor.


Desa ve iki karar

Çalışanlarının “örgütlenme özgürlüklerini alabildiğine kullandığını” belirten Desa, geçtiğimiz aylarda Çalışma Bakanlığı’na başvurarak, faaliyet alanının, deri değil büro işkolu olduğunun tespit edilmesini istedi. Burada amaç, Deri-İş sendikasının Desa fabrikalarında örgütlenmesinin önüne geçmekti. Çalışma Bakanlığı, 21 Ekim 2008 tarihinde bu talebi reddetti ve Desa fabrikalarında “ham deri işleme, deri konfeksiyon, saraciye üretimi ve üretilen deri mamüllerinin pazarlama işlerinin yapıldığını”, buralardaki işçilerin “üretim” işinde çalıştığını tespit etti.

Böylece, Desa yöneticileri, bakanlık kararıyla, fabrikalarının büro değil deri işkoluna dahil olduğunu öğrenmiş oldular.

*

Firma yöneticileri, 11 Kasım’da, bu kez Bakırköy 3. Asliye Ticaret Mahkemesi’ne başvurarak, Deri-İş sendikasının “yasal dayanaktan yoksun, yalan, iftira ve hakaret içeren, haksız rekabete neden olan ve kötü niyetli bir karalama kampanyası yürüttüğü” gerekçesiyle, durdurma ve ihtiyati tedbir kararı alınması için başvurdu.

Mahkeme, firmanın Deri-İş’in faaliyetlerini engellemeye dönük bu talebini 17 Kasım’da reddetti.

Diyalog önemli ama geçmişten kaçarak geleceği inşa edemezsiniz

Birgün'den Canan Aydın, 30 Kasım tarihli gazetede yayımlanmak üzere, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde diyalog yönündeki çalışmalar, Ermenistan dışişleri bakanı Edvard Nalbantyan'ın son Türkiye ziyareti ve diasporanın bu gelişmelere göstereceği muhtemel tepkiler üzerine sorular sordu. Bu metin, gazetede, Baskın Oran, Ragıp Zarakolu, Ahmet Tellioğlu ve Aybars Görgülü'nün yanıtlarıyla birlikte yayımlandı.



Diyalog önemli ama geçmişten kaçarak geleceği inşa edemezsiniz


Rober Koptaş

Agos yazarı


Söze başlarken, sadece normalleşme yönünde bir iradeden söz etmenin bile iki ülkenin pozisyonlarında ciddi bir değişikliğe işaret ettiğini teslim etmemiz gerekir. Ermenistan’ın 1991’de bağımsızlığını kazanmasından sonra, daha doğrusu Karabağ’da savaşın kızışmasından sonra, ilişkilerin nasıl buzdolabına kaldırıldığını göz önüne alırsak, diplomatlar düzeyinde başlayan, cumhurbaşkanı Gül’ün Erivan ziyaretiyle zirveye çıkan ve nihayet dışişleri bakanlarının görüşmesiyle bir kez daha teyit edilen temasları hafife alamayacağımız da ortaya çıkar.


Anlaşılıyor ki, şu anki dünya konjonktürü, Ermenistan-Azerbaycan-Türkiye arasındaki sorunların çözümünü destekler bir mahiyette. Bu iklimin, ağustos ayında Gürcistan’da yaşanan ve hepimizin yüreğini ağzına getiren savaş neticesinde ortaya çıkan yeni durumun yansımalarından biri olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Kafkasya gibi kaygan bir zeminde, üstelik söz konusu ülkelerin iç siyaseti de her türlü sürprize gebeyken, uzun vadeli tahminlerde bulunmanın çok isabetli olmayacağı aşikâr. Ancak, ilişkisizlik halinin sona ermesinin, doğası gereği, siyasetten sanata, ticaretten eğitime, sağlıktan sanata pek çok farklı alanda işbirliği imkânı sağlayabileceğini söyleyebiliriz. Bu yakınlaşmanın uzun vadede nasıl tezahür edeceği de, bu temasların niceliğine ve niteliğine bağlı olacak.


Türkiye’nin bugüne dek Ermenistan’la ilişki kurmama gerekçesi olarak hep Karabağ sorununu göstermesi nedeniyle, Karabağ’ın statüsünün barışçı yollarla açıklığa kavuşması ilişkiler açısından çok kilit bir öneme sahip. Çünkü Türkiye bu sayede, Karabağ konusundaki geleneksel tutumundan taviz vermeden Ermenistan’la ikili ilişki kurma şansına sahip olacak. Bu anlamda, Türkiye’nin, Ermenistan’la Azerbaycan arasında sorunun barışçıl bir çözüm yoluna girmesi ve Ermenistan’ın soykırım konusunda aktif bir tutum içinde olmayacağını taahhüt etmesi karşılığında, kapalı tuttuğu sınırı açmasını ve bunu yaparken de uluslararası alanda prestij kazanmayı beklediğini söyleyebiliriz. (Küçük bir not: Eğer bütün bu diyalog siyaseti ABD’nin yeni başkanı Obama’nın 24 Nisan haftası soykırım sözcüğünü telaffuz etmemesi için Türkiye’nin bir göz boyama taktiğiyse, burada söylediğimiz her şeyi unutmamız gerek)


Diplomatik değil de, insani boyutta baktığımızda, birtakım ciddi kaygı ve çekincelerden de söz etmeliyiz. Çünkü, sınırın açılması çok önemli olsa da, bunun, diplomatik söylemde birer kenar süsünden fazlası olmayan, vicdan, tarihle yüzleşme, sorumluluk gibi kavramlar çerçevesinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği çok önemli olacak.


Meseleye dünyanın çeşitli tarafına dağılmış olan Ermeniler açısından baktığımızda, bugünlerdeki yakınlaşma ve diyalog adımlarının farklı duygular ve farklı tepkiler yaratmasının mümkün olduğunu görürüz. Hemen şunu söyleyeyim, Ermeni diasporası, Türkiye’de milliyetçi çevrelerin yansıtmaya çalıştığı gibi teksesli, tek merkezli, yekpare bir bütün değil. Lobi faaliyetleriyle her istediğini gerçekleştirebilecek bir güce de sahip değil. Farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerle iç içe geçmiş, farklı siyasi grupların varlık gösterdiği, çoksesli ve ayrıca dağınıklığı ölçüsünde de güçsüz bir yapıdan söz ettiğimizi unutmayalım. Bu çokseslilik içinde, Ermenistan’ın yarar sağladığına inandıkları müddetçe bu yakınlaşmayı destekleyecek insanlar olacağı gibi, Türkiye’nin soykırım inkârını sürdürdüğü bir ortamda bu tür bir diyaloğa girmenin, kaybettikleri atalarının hatırasına saygısızlık olacağını düşünecek insanlar da olacaktır.


Türkiye’nin, geçmişte yaşanan olaylarla hakkıyla hesaplaşmadan, tarihiyle yüzleşmeden, topraklarından sökülüp atılanların ve uzak ülkelerde yeni hayatlar kurmak zorunda kalanların mağduriyetlerini giderecek, ölenlerin anısına saygı duyacak bir dil inşa etmek için çaba göstermeden, salt diplomatik, politik çıkarların gereği olarak Ermenistan’la yakınlaşması vicdanlardaki yaraları kapatmayacak. Bu boyutları gözardı eden bir diyalog da, sağlam temellere oturmayan, ilk rüzgârda yıkılacak bir iskambil kulesi olacaktır. Eğer aslolan hakiki bir uzlaşmayla geleceği kurmaksa, bunu geçmişinizden kaçarak yapamazsınız.

İnsanlığın ortak değerlerine katkı

Agos'un aylık 'Kitap-Kirk' ekinin Aralık 2008 (no 2) tarihli son sayısında yayımlanan söyleşinin metni.

İnsanlığın ortak değerlerine katkı


Türkçe ve Ermenice kitaplarıyla Türkiye'de iki dilde yayın yapan ender yayınevlerinden biri olan Aras Yayıncılık, Ermenilerin bu topraklar üzerinde ürettiği edebi, tarihsel ve kültürel değerleri geleceğe taşıyor

SİBİL ÇEKMEN

Aynı coğrafyada yaşayan insanların, edebiyat aracılığıyla birbirlerini daha iyi tanımasına yardımcı olmak amacıyla, 1993 yılında kurulan Aras Yayıncılık, Türkiye’nin ‘Ermeni edebiyatına açılan pencere’si. 15 yıldır, Ermenice ve Türkçe edebiyat eserlerinin yanı sıra araştırma kitapları da yayımlayan yayınevi, köklü bir geçmişi olan Ermeni yayıncılık geleneğini sürdürüyor. Aras’ın yayın çizgisini ve yayıncılık dünyasında bulunduğu yeri, yayınevinin editörlerinden Rober Koptaş’la konuştuk.

Aras Yayıncılık, hangi amaç ve hedeflerle yola çıktı?

Aras Yayıncılık, 1990’lı yıllarda Türkiye’de hâkim olan kültürel ve siyasi ortamın bir meyvesi aslında. 1980’lerden sonra Türkiye’de insan hakları hareketinin gelişmesi, 1990’larda Kürt hareketinin verdiği mücadele ve bunun farklı kimliklerin kendilerini ifade etmesi yönünde bir alanın açılmasına katkıda bulunması, Avrupa Birliği sürecinin de etkisiyle azınlık hakları gibi daha önce sözü edilmeyen kavramların gündeme gelmesi benzeri birtakım gelişmeler yaşandı. Kamuoyunda bu tartışmaların yapılıyor olması ve bazı kesimlerde belli bir duyarlılığın oluşması, sıkıntılar içinde yaşayan Ermeni toplumunun da sorunlarını daha yüksek sesle ifade etmesini sağladı. Aras’ı, Agos’u veya Kardeş Türküler grubunu, Belge Yayınları’nın Marenostrum dizisini, sözünü ettiğim bu ortamın meyveleri olarak görmek mümkün.

Toplumda Ermenilere karşı birtakım önyargılar vardı, hâlâ da var. Aras Yayıncılık bu önyargıları kırmak için edebiyattan, kültürel mirasımızdan yararlanmak, halkların kültürel-tarihsel ortaklıklarının ve elbette farklılıklarının altını çizmek, insanlığın ortak değerlerine birlikte katkıda bulunmak gibi ilkelerle çıktı yola. Ermenice edebiyatı tanıtmak; Türkiyeli okuru, aynı coğrafyayı paylaştığı ama aslında pek de tanımadığı bir kültüre daha aşina kılmak ana hedefti. Bu yolla, önyargıların bir nebze olsun kırılabileceği inancıyla hareket edildi. Anadolu’da ve İstanbul’da yaşamış olan Ermeni yazarların eserleri yayımlanarak yola çıkıldı.

15 yıllık süreçte amaçlarınız ne yönde değişti/gelişti?

Bu temel amaçta ciddi bir değişiklik yaşanmadı, ama bir çeşitlenmeden ve derinleşmeden söz edebiliriz. Başlangıçta Ermenice edebiyat eserlerinin çevirileri ağırlıktaydı. Ancak, toplumda, Türk-Ermeni sorununun çokça konuşuluyor olması nedeniyle, Ermeni tarihi, 1915 öncesi ve sonrası hakkında ciddi bir merak vardı. Okurlarımız Ermeni tarihi ve kültürüyle ilgili kitaplar da yayımlamamız yönünde talepler iletmeye başladılar. Onları dikkate aldık ve zaman içerisinde, yayın yaptığımız türler bir hayli çeşitlendi. İnceleme kitapları, tarih kitapları, kültür kitapları da yayımlamaya başladık. Bugüne kadar, yaklaşık %70’i Türkçe, %30’u Ermenice olmak üzere, toplam 102 kitap yayımladık. Ticari kriterlerle değerlendirildiğinde, büyük bir rakam değil bu elbette. Ancak, on yıllarca süren suskunluktan sonra Ermenilerle ilgili 102 kitaplık bir kütüphaneye sahip olmak da azımsanamayacak kadar önemli.

Kimler çalışıyor Aras’ta?

Küçük bir aileyiz aslında. Burada tam gün çalışan 3–4 kişiyiz. Bize yarı zamanlı yardım eden, üniversite öğrencisi birkaç arkadaşımız da var. Fikirleriyle ve yeri geldiğinde emekleriyle bize destek olan dostlarımızı da sayarsak, epey kalabalık bir aileyiz de denebilir.

Son birkaç yıldır genç arkadaşların aramıza katılması bizi çok sevindiriyor. Yayıncılık zor bir zanaat; biz de fazla titizlenerek çalışıyoruz kitaplar üzerinde. Yayımladığımız kitaplara değer veriyor, onların hakkını vermeye çalışıyoruz. Gelen arkadaşların birer yayıncı, editör olarak olgunlaşmak için biraz zamana ve sabra ihtiyaçları oluyor. Çünkü Aras, bu açıdan, bir okul gibi hizmet veriyor.

Hangi dillerden kitaplar çevirdiniz bugüne kadar?

Başta sadece Ermeniceden çeviri kitaplar yayımladık. Daha sonra İngilizce ve Fransızcadan, son olarak da Farsçadan bir kitap çevirdik.

Ermeniceden profesyonel çeviri yapacak kişiler bulmak kolay mı?

En ciddi problemimiz bu aslında. Türkiye’de, Ermeniceden profesyonel düzeyde çeviri yapabilecek hiçbir çevirmen yok maalesef. Biz bugüne kadar yakın çevremizdeki, Ermeniceyi iyi bilen dostlarımızdan destek aldık. Sağ olsunlar, ellerinden geleni yaptılar. Ama çevirmenlik çok ciddi mesai isteyen bir iş; kimi zaman tek bir kelime üzerinde saatlerce durmanız, bir sürü kaynağı gözden geçirmeniz gerekiyor. Tam mesaiyle çalışmadığınız takdirde çok verimli bir sonuç elde etmeniz her zaman mümkün olmuyor. Bu yüzden, özellikle Ermeniceden yaptığımız çevirilerde, çok yoğun bir editoryal çaba göstermemiz gerekiyor. Diğer dillerden yapılan çevirilerde aynı sıkıntıyı yaşamıyoruz.

Kitaplarınızda, ana metne bolca dipnot ve ek eşlik ediyor. Yayınevinin açıklayıcı not ve metinlere bu denli önem vermesinin nedeni nedir?

Biraz önce dediğim gibi, yayımladığımız kitaplara, o kitapların yazarlarına ve ardındaki tarihe değer veriyoruz ve bunun karşılığını bir tür ince işçilikle vermek istiyoruz; bundan hoşlanıyoruz da. Okurlar kitabı ellerine aldıklarında o çabayı görebilsinler istiyoruz, çünkü insanlar bir kitabın yayımlanmasının ne kadar yoğun emek isteyen bir iş olduğunun farkında olmayabiliyorlar.

Öte yandan, metinde geçen çeşitli ayrıntıları dipnotlarla açıklama, eklerle açma meselesini bu kadar ciddiye almamızın Türkiye’de Ermeni olmakla da ilgisi var galiba. Hep yanlış anlaşılmış, yanlış anlaşılmak istenmiş ve kendini anlatma derdinde olan bir topluluğuz maalesef. Belki de bu dipnotçuluk merakımızın ardında, bilinçaltımızdaki kendini anlatma derdi yatıyor.

Yine de, internetin hayatımıza çok yoğun bir şekilde girmesiyle birlikte, daha az sayıda dipnot vermeye başladığımızı söyleyebilirim. Bilgiye ulaşmak eskiye nazaran çok daha kolay çünkü.

İfade özgürlüğü konusunda ciddi sıkıntıların yaşandığı, yazarlar, çevirmenler ve yayıncıların yargılandığı bir ortamda yayıncılık faaliyeti göstermek sizi otosansüre itiyor mu?

Türkiye’de klasik anlamıyla sansür yok belki, ama kafalardaki otosansür inanılmaz boyutlarda. Biz de Türkiye’de tabu haline gelmiş, en çok tepki uyandıran konulardan biri üzerine yayınlar yapıyoruz ve bu otosansürden azade değiliz maalesef. Otosansür, daha yayımlayacağımız kitabı seçerken başlıyor. Türkiye’de yaşıyoruz, hepimiz birtakım ‘hukuki’ sorunlarla ya da hukuki olmayan baskılarla karşılaşabileceğimizi biliyoruz. Ve son derece insani bir içgüdüyle, ‘bela’dan kaçmaya çalışıyoruz. Çünkü söyleyecek sözümüz var ve birilerinin bunları dile getirmemizi engellemesinden çekiniyoruz. Zaman içinde, Türkiye’de bazı şeylerin daha açık bir şekilde tartışılıyor olması, normalleşme yönünde bazı işaretler belirmesi bizi de nispeten rahatlattı. Ancak genel anlamıyla sorun hâlâ çözülmüş değil. 301. Madde gibi tehditler, yazıyla uğraşan insanların başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor hâlâ.

Satış rakamları ne durumda?

Türkiye’de kitap okuma alışkanlığının çok az olduğu hep söylenir. Aras Yayıncılık’ın çıkardığı kitaplar, Türkiye piyasası ölçülerinde iyi satan kitaplar. Biz de pek çok yayınevi gibi, kitabına bağlı olarak 1000 yahut 2000 nüsha basıyoruz ve pek çok kitabımız ikinci, üçüncü baskıları yapıyor. Ermenice kitapları ise genellikle 750-1000 arası basıyoruz. Ermenice bilen nüfusun sayısına bağlı olarak onlar daha yavaş tükeniyor.

Toplumda Ermenilere yönelik olan yoğun ilgi ve merak, kitapların da satılmasını sağlıyor haliyle. Daha sık ve daha çok kitap basmamız halinde ticari anlamda daha rahat nefes alır hale gelmemiz mümkün. Gelecekte öyle olacağını umuyoruz.

Dağıtımda sorun yaşıyor musunuz?

Türkiye’de çeşitli kitap dağıtım şirketleri var. Aras da, diğer yayınevleri gibi, bu dağıtımcılara veriyor kitaplarını. Dağıtımcılar ise tek tek kitabevlerine dağıtımı yapıyorlar. Bu da teorik olarak Aras’ın kitaplarının Türkiye’nin her yerine ulaşması demek. Gerçekte ise dağıtım ağı çok sorunlu çalışıyor; hem tahsilat hem de siparişlerin dağıtımı anlamında. Dağıtım ağındaki sorunlar bütün yayınevlerini etkiliyor. Hatta birkaç yıl önce, bazı büyük yayınevleri bir araya gelip kendi dağıtım şirketlerini kurdular. Ama sorun, küçük yayınevleri açısından daha hayati. Bu tip yayınevleri arasında da sorunlarını kooperatif yoluyla çözmek gibi bir girişim var son zamanlarda. Bu süreci de yakından takip ediyoruz.

Kitaplarınıza yurtdışından gösterilen ilgi nasıl?

Yurtdışına satış için bugüne kadar çok profesyonel ağlar kurulmuş değil. Fransa, ABD gibi önemli merkezlerde, Ermeniler tarafından işletilen kitapevleriyle ilişkilerimiz var. Ancak Ermeniler o kadar dağılmış bir topluluk ki, onların yaşadığı her yerde benzer sorunların, iletişimsizliğin, güçsüzlüğün hâkim olduğunu söyleyebiliriz. İnternet üzerinden yurtdışına satış yapan bazı sitelerle ilişkimiz var, Türkiye’den yurtdışına kitap gönderen bazı firmalarla çalışıyoruz. Frankfurt Kitap Fuarı’nda tanıştığımız, Yerevan’daki bir kitabeviyle de bu yakınlarda çalışmaya başladık. Bize bireysel olarak başvuranlara da, kitaplarımızı posta yoluyla ulaştırıyoruz.

Ayrıca, özellikle yaz aylarında, diasporadan Türkiye’ye ziyarete çok insan geldiği için, yayınevinde ciddi bir trafik oluyor. O bağları da canlı tutmaya çalışıyoruz. İnsanların elektronik posta adreslerini alıp yeni çıkan kitaplar hakkında onları bilgilendiriyoruz.

Bu vesileyle yeni bir haber de vereyim: Bir süredir internet sitemizden satış yapabileceğimiz bir sistemi oluşturmaya çalışıyoruz. Bu sayede, birtakım bürokratik meseleler çözüldükten sonra, yurtdışına da kitap gönderme konusunda daha sağlıklı adımlar atabileceğiz.

Türkiye’deki Ermeni toplumunun, özellikle gençlerin, kitaplarınıza yönelik ilgisini yeterli buluyor musunuz?

Hâlâ Aras’ın yayımladığı kitaplardan haberi olmayan Ermeni gençler var maalesef. Kâğıt üserinde, Aras’ın kitaplarının büyük kısmının, en azından Türkiye’de yaşayan Ermenileri yakından ilgilendirdiğini düşünebiliriz. Ancak, Türkiye toplumunda olduğu gibi, cemaat içinde de okuma alışkanlığı az. Yine de, özellikle Hrant Dink’i kaybetmemizin ardından gençler arasında bir kıpırdanışın, bir araya gelip bir şeyler yapma çabasının başladığını görüyorum. Hadig ve Nor Zartonk gibi yeni girişimlerin artması ve güç kazanması, cemaat içinde faaliyet gösteren ve gençlerin bir araya geldiği derneklerin kültürel etkinliklere ağırlık vermesi, elbette Aras ve Agos gibi kurumların da uzun vadede daha güçlü olmasını sağlayacak. Bunu satış rakamları bakımından söylemiyorum; asıl kastettiğim, bu kurumları ayakta tutacak, çekip çevirecek insan kaynağının bu meselelerle ilgilenen gençler arasından çıkacağı.

Ermenice çocuk kitapları da yayımlıyorsunuz…

Bu, bizim çok önemsediğimiz bir faaliyet alanı. Ermeni okullarında okuyan herkes bu eksikliği çok yakından hissetmiştir eminim. Türkiye’de, devletten kaynaklanan birtakım baskılardan dolayı hâlâ çok eskilerden kalma Ermenice ders kitapları kullanılıyor. Talim Terbiye Kurulu’nun engelleyici tavrının, yeni ve kaliteli kitapların basımına engel olduğunu biliyoruz. Ermeni toplumunun kültürel anlamda zayıflamasını, yeterli bilgi birikimi oluşturamamasını da düşündüğümüzde, neden yıllarca yeterince çocuk kitabı üretilmediği ortaya çıkıyor. Geçmişte, özellikle Ermeni Öğretmenler Vakfı’nın iyi niyetli bazı çabaları olmuştu. Günümüzde, çağdaş pedagojik yöntemlerle ve modern baskı teknikleriyle üretilmiş kitap eksikliği var. Aras da, kurulduğu günden bu yana, kendi imkânları ölçüsünde, renkli, çocukların zevkle kullanabileceği, yeni öğretim tekniklerine uygun hazırlanmış kitaplar yayımlamaya çalıştı. Buna, gücümüz yettiğince devam edeceğiz. Ama, Aras’ın çabalarını ancak çorbadaki tuz olarak değerlendirebiliriz; Türkiye Ermenilerinin çeşitli kurumlarının bu amaçla bir araya gelip özel çalışmalar yapması gerekiyor. Gönül ister ki daha çok çocuk kitabı yayımlansın, çünkü bunun, giderek daha çok yakındığımız, Ermenice eğitim düzeyindeki düşüşle çok yakın bir ilgisi var.

(Desen: Ohan)

-yan’lı soyadı memnudur!

Agos, 20 Kasım 2008

Baba tarafından ailem, 1915’ten sonra Sivas’ta kalabilen Ermenilerdendi.

Babaannem de, dedem de Ermenice bilmezdi. Anadilleri, k’leri g’ye, i’leri e’ye, u’ları o’ya çevirerek konuştukları Orta Anadolu Türkçesiydi. “Gittim” değil “gettim”, “usandım” değil “osandım”, “anlamıyorsun” değil “ağnamayon” derlerdi.

1923’ten sonra Sivas’ta Ermeni okulu bırakılmadığından, babam devlet okuluna gitti; o da Ermenice öğrenemedi. Ama ana-babasınınkinden farklı, ‘kibar’ bir Türkçe konuşmaya zorladı kendini. 12 yaşındayken, kafasının tası atıp bir gün trene atlayarak İstanbul’a kaçtığında o kibar Türkçeyi diline oturtabilmiş miydi, yoksa bunu İstanbul’da mı becerdi, bilmiyorum.

Bütün aileler gibi, Sivas’ta ailemin bir ismi vardı. ‘Şirvanyan’ diye anılıyorlardı. Kilise ve nüfus kayıtlarına bu adla geçmişlerdi. Bundan yüz yıl önce, Sivas’ın kıyısındaki Tavra köyünde, bu aile adlarının günlük hayatta pek sık kullanıldığını sanmıyorum. Ancak nihayetinde, taşımaktan gurur duydukları, nesilden nesle aktardıkları bir aile adları vardı. Onlar ‘Şirvanyanlar’dı; özenle hazırlattıklarını söyledikleri mezar taşlarının yalancısıyım.

Onlardan üç-dört nesil sonra ben, bu Şirvanyan adının ne anlama geldiğini, Van’da veya Siirt’te ‘Şirvan’ diye anılan yerleşim yerleriyle ilgisi olup olmadığını, yoksa daha uzak bir memleketin adından mı geldiğini bilmiyorum.

Soyadı Kanunu, bundan 74 yıl önce, bir haziran günü kabul edildi. Mustafa Kemal’e ‘Atatürk’ soyadı, aynı yılın 24 Kasım’ında verildi. Bu adı ondan başka kimse kullanamayacaktı.

Dedem o günlerde nüfus dairesine gittiğinde, memurlar onun aile adını taşımasına izin vermediler. ‘Şirvanyan’ gibi isimlerin memnu, yani yasak olduğunu söylediler. Bunu kanunun hangi maddesine dayanarak yaptıklarını dedem bilmiyordu. Böyle şeylerde kanun, hak ve hukuk aramanın bir yarar sağlamayacağını iyi bilecek kadar yaşamıştı.

Aileme ‘Koptaş’ soyadı uygun görüldü.

Çevreme baktığımda, bu uygulamanın bize özel olmadığını, özellikle Anadolu kökenli Ermeni ailelerin çoğunun soyadlarının –yan’la bitmediğini görüyorum.

Annemin ailesi de Sivas’ta yaşıyordu ve ‘Donikyan’ olan adları ‘Donikoğlu’na çevrilmişti. Onlar gibi pek çok Amasyalı, Yozgatlı, Malatyalı Ermeni de, tıpkı dedemler gibi, nüfus müdürlüğüne gittiklerinde “Memnudur!” diyen memurlarla karşılaşmışlardı.

1934’te Meclis’te kabul edilişinden tam yetmiş dört yıl sonra, bir vesileyle Soyadı Kanunu’nun metnini okudum. Kanunun 3. maddesi şöyle diyordu:

“Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmıyan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz.”

İyi bir insan olduğuna, tıpkı dedem ve birçok Anadolu insanı gibi çocuklarına iyi bir isim miras bırakmaktan başka gayesi olmadığına kuşku duymadığım Sivas’taki o nüfus memuru, ‘Şirvanyan’ı rütbe ve memuriyet ismi mi saymıştı acaba? Aşiret ve yabancı ırk ve millet ismi mi? Yoksa, umumi edeplere uygun olmadığını, iğrenç veya gülünç olduğunu mu düşünmüştü?

Dedem bu sorunun yanıtını merak etmemişti. Çünkü zaten biliyordu.

Ben de öyle.

Iwtiwdjian ve diğerleri

Agos, 28 Kasım 2008

1915’te canlarını kurtaran ama yerlerinden yurtlarından edilip dünyanın dört bir yanına savrulan Ermenilerin aile adları, onların Anadolu topraklarıyla, yaşadıkları kent veya köyle, orada bir lokma ve bir hırka için uğraştıkları mesleklerle kurdukları bağların birer simgesidir.

Amerika’da, Fransa’da, Suriye’de, Ermenistan’dadırlar, ama soyadları Türkiyelidir, Anadoluludur.

Misal, Kebabciyan’dır…

Demirciyan, Kalpakciyan, Karaoğlanyan, Manavyan, Niksarlıyan, Maraşlıyan, Kütahyalıyan, Bursalıyan’dır.

*

Diasporada, ikinci ve üçüncü nesilden sonra isimler genellikle Batılılaşır; ancak soyadları –yaşanan ülkeye göre yazımları farklılaşsa da– bir aile yadigârı gibi baki kalır.

Bir yerlerde karşınıza bir Michael Aladjadjian (Alacacıyan), bir Margareth Djewahirdjian (Cevahirciyan), bir Claris Boinoueghrian (Boynueğriyan), bir Joseph Iwtiwdjian (Ütüciyan), bir Harry Bastermadjian (Pastırmacıyan) çıkması işten değildir.

O isimler, o aile adları, birer memleket ve ana-ata mirası olarak, o talihsiz nesillerin hiç silinmeyecek gölgeleri misali, ömür boyu omuzlarda taşınır gider.

Şahin Obama

Agos, 28 Kasım 2008

Sekiz yıllık Bush karabasanının ardından Barack Obama’nın seçilmesi, dünyanın dört bir yanında ciddi bir iyimserlik havası yarattı. ABD’nin yeni başkanı, barışçı mesajları, ılımlı ve aklıselim tavırları nedeniyle güvercin olarak nitelendiriliyor.

Türkiye’de ise tedirgin bir bekleyiş var. Obama’nın başkan adayı seçildiği günden bu yana tansiyonları giderek yükselten bir soru, gün geçmiyor ki gazetelerde, televizyonlarda konu edilmesin.

Obama, 24 Nisan haftası, 1915’te yaşanan Büyük Felaket’in kayıplarını anarken “Soykırım” diyecek mi, demeyecek mi?

Obama’dan ‘güvercin’ diye söz edildiğini söyledik. Ancak, zamanın neyi göstereceği belli değil. Hayat bu, bir bakmışsınız, çiçeği burnunda Başkan, 24 Nisan haftası, Türkiye’de birdenbire tenzili rütbeye uğramış, güvercinlikten şahinliğe düşmüş; gazeteleri “Şahin Obama!” manşetleri süslemiş.

Böyle olmaması için, diplomatik yollardan her türlü uyarı, üstü kapalı tehdit mesajı gönderiliyor Washington’a. İşinsanları, Obama eğer malum kelimeyi kullanırsa ilişkilerin nasıl sarsılacağını anlatıyor; basın, böylesine ‘aymazca’ bir hareketin yeni filizlenmeye başlayan Türkiye-Ermenistan ilişkilerine nasıl darbe vuracağını anlatmak için dil döküyor.

İnsan bu seslere biraz kulak abartınca, son aylarda Türkiye’yle Ermenistan arasındaki bütün yakınlaşma adımlarının sırf Obama o kelimeyi ağzına almasın diye atıldığı şüphesine kapılıyor.

Mesela Can Dündar, “Obama, Nisan’da ‘Ermeni soykırımı’nı tanıyabilir. Bunu da, lobi çalışmalarından çok, Ankara ile Erivan arasında süren diyalog engelleyebilir” diyor. (Milliyet, 25 Kasım)

Bu ve benzeri ifadelerden ne anlamalıyız?

Acaba, sözü edilen diyalog, iki ülke arasında gerçek bir barışın tesis edilmesi için değil, Obama’nın ‘Soykırım’ demesini engellemek için mi kuruluyor?

Çalışanları dinleyelim

Agos, 21 Kasım 2008

Memleketin başka meseleleri de var.


Hele şu kriz günlerinde, ülkenin dört bir yanında, çalışanlar bin bir sorunla uğraşıyor. Hakları gasp ediliyor, iki kuruşluk maaşlarında kesintiye gidiliyor, işsiz kalıyorlar, veya işsiz kalmamak için her türlü baskıyı sineye çekiyorlar.


Seslerini duyuramıyorlar. Çünkü büyük çoğunluğu örgütlü değil. Çünkü bir araya gelip hak aramanın engellendiği ve üstelik uzun zamandır da hor görüldüğü bir iklimde yaşıyoruz. Dayanışma, diğerkâmlık, mücadele sözcüklerinin gündelik hayat sözlüklerinden silindiği çok oldu. Bütün bunlar, toplumun kıyısında eski usüllerle siyaset yapmaya çalışan bir grup dışlanmışın dili olarak yaftalanıp lanetlendi.


Âlemin görüp göreceği en delikanlı başbakanın eşi ve çocuklarıyla davet edildiği bir akşam yemeği çarşaf çarşaf haber olurken, yüzlerce, binlerce, on binlerce insanın uğradığı haksızlıklar, yaşadığı sıkıntıl
ar sessizlik denizinde boğulmaya bırakılır oldu.

Bu hafta, çalışma hayatında hüküm süren eski ve yeni sömürü yöntemlerinin örneği olabilecek üç farklı olaya bakalım.

Sanayi devriminin karanlık işçi kentlerinde ömür tüketen mavi yakalıların bugünkü mirasçılarını ve günümüzün kariyer timsali beyaz yakalı çalışanları dinleyelim.


Sırasıyla, kot taşlama atölyelerinde ömür tüketenlere, Desa deri fabrikası işçilerine ve son olarak da ‘call center’ (çağrı merkezi) çalışanlarına, onların mücadelelerine kulak v
erelim.


Kotlar ağarır hayatlar kararır


Kot taşlama, kotların beyazlatılması, eskitilmiş görünüm verilmesi için, kumun kuru hava kompresörleriyle kotların yüzeyine tutularak aşındırılması işlemine verilen ad.

Son yıllarda, kot taşlama işinde çalışanların yakal
andığı ölümcül silikozis hastalığı pek çok insanın hayatına kastediyor.

Silikozis genellikle madencilerde, 20-30 yıllık çalışmadan sonra ortaya çıkan bir akciğer hastalığı. Oysa Türkiye’deki kot taşlama işçileri çok yoğun toza maruz kaldıklarından, hastalık sadece bir-iki yıl içinde ortaya çıkıyor ve hızla ilerliyor. Zaten
kot taşlamacılığına bağlı silikozis hastalığı dünyada ilk kez Türkiye’de görüldü (2005’te).

Pek çok tekstil işçisi gibi kot taşlamacılar da uygun olmayan koşullarda, günde ortalama 12-13 saat çalışıyorlar. Gerekli önlemlerin alınmaması, gittikçe daha fazla işçinin hastalanmasına neden oluyor.


Silikozis hastalığına yakalanan Abdülhalim Demir, Express dergisinin ekim sayısında şunları söylüyordu:

“2005’te askere gittim. Askerde koşamadım. Doktora gittim, ‘hiçbir şeyin yok’ dediler. Hastalığı doktorlar da bilmiyordu. Röntgenimi çekip ‘bir şey yok’ dediler. Aynı röntgeni Zeki Hoca’ya (Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesi üyesi Zeki Kılıçarslan) gösteriyorum, hastalığı teşhis ediyor. Erhan diye bir arkadaşımız vardı askerde, ‘çürük’ diye babasına teslim ettiler. Babası üç beş hastane gezdirdi. Çocuğa verem tedavisi uygulandı, öldü.”


Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesi ölümlerin önüne
geçilebilmesi için, sağlıklı teknolojiler uygulanana kadar taşlama işleminin yasaklanmasını talep ediyor. (www.kotiscileri.org)


Fabrika kapısında


Bu yılın biber gazlı, panzerli, coplu 1 Mayıs ‘kutlamaları’ hakkında yazarken, sendikalı işçilerin maruz kaldığı muamaleye örnek olarak, Desa deri fabrikasında olan bitenleri hatırlamıştık:


“Deri İş Sendikası üç ay önce Desa’da örgütlenme faaliyetine başladı. Yaklaşık yüz işçi sendikaya üye olunca, Desa 37 sendikalı işçiyi gerekçe göstermeden işten attı. İşçiler ve onlara destek olmaya çalışan sendikacılar, bu hukuksuz uygulamanın so
n bulması için işyerinin önünde eylem yapmaya başladılar.”

Aradan altı ay geçti. 1 Mayıs’ı da, başka bir sürü şeyi de unutulmuşluk dehlizlerinde çoktan öğüttük. Desa’daki haksızlık ise hâlâ sürüyor.


Temmuz ayında işten çıkarılan, dört çocuk annesi ve sekiz yıllık Desa çalışanı Emine Arslan o günden beri fabrika önünde eylemde. Ailesine zarar verileceğine dair gözdağlarına karşın mücadelesini sürdürüyor ve şunları söylüyor:


“İnsanca yaşamak, iyi bir ücret almak, mesai saatlerimizin düzenlenmesi için sendikaya üye oldum. Asgari ücrete çalışıyoruz burada, aralıksız 48 saate varan sürede çalıştığımız oluyor. Beş kuruş para vermeden beni işten atan patron iki gün bekleyişimi sürdürünce yanına çağırdı. Anlaşmaya çalıştı, bana para teklifinde bulundu. Ben de sendikamı ve arkadaşlarımı satmayacağımı, talebimin işe geri alınmak olduğunu söyledim.”


İşçilere bugüne dek Desa Direnişiyle Dayanışma Kadın Platformu ve uluslararası Clean Clothes Campaign (Temiz Giysiler Kampanyası) destek oldular.


Desa’dan atılan işçiler, işe geri alınmayı ve örgütlenme haklarının tanınmasını i
stiyor (http://desa.1mayis.info).


Gerçeğe çağrı merkezi


Hizmetini satın aldığınız firmanın çağrı merkeziyle telefonda görüşüyorsunuz. Dakikalarca beklemişsiniz. Bir sürü sorun çıkıyor, işiniz bir türlü hallolmuyor. Öfkeleniyorsunuz. Durun, bağırıp çağırmaya başlamadan önce bir saniye düşünün…


Karşınızdaki, işinizi yokuşa süren firmanın kendisi değil, sizin benim gibi bir insan. Görevi size iyilikle yaklaşıp sorununuzu çözmek olan, sizden önce belki onlarca kişiyle aynı görüşmeyi yapmış, etten kemikten, sinirden mürekkep bir emekçi.


Çağrı merkezlerinde çalışanlar birer hayalet gibiler. Telefonda konuşurken onları görmüyoruz; bizim için birer sesten ibaretler, şirketin sesinden.


Onlar sürekli patron ve şef baskısı altında, bir sigara veya çay molasından bile mahrum yapıyorlar işlerini. İşverenleri, az kişiye çok iş gördürmek için, çalışanları art arda onlarca kişiyle görüşme yapmaya zorluyor. Başları, boğazları sürekli ağrıyor, sesleri kısılıyor. Bu mesleği birkaç yıl sürdürmeyi başaranların çoğu ruhsal sorunlarla boğuşuyor. Büyük firmalar riski üstlenmemek için işi taşeronlara devretmiş durumda; taşeronlarda ise hiçbir iş güvencesi yok.

Çağrı merkezi çalışanları sorunlarını duyurmak için harekete geçtiler. Yoğun bir gözetim altında olmaları nedeniyle, örgütlenme mecrası olarak interneti seçtiler. Kimliklerini gizleyerek de olsa birbirlerini duymaya, ortak dertlerine derman bulmaya çalışıyorlar.


“Evet biz emekçileriz! Emekçinin, elinde İngiliz anahtarıyla devasa makineleri kontrol eden mavi tulumlulardan ibaret olmadığını bilen, hizmet sektörü emekçileri olarak diğer emekçilerle ortak çıkarları olduğunu fark etmiş bir topluluğuz” diyen çağrı merkezi çalışanları www.gercegecagrimerkezi.org adresinde bir araya geliyor.

Acı olan itiraf değil, trajedinin alkışlanması

Evrensel, 16 Kasım 2008

Geçen hafta, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün Brüksel'deki demecinin ardından, Evrensel'den Elif Görgü, konuyla ilgili görüşlerimi sordu. Kendisine verdiğim kısa yazılı cevap 12 Kasım tarihli Evrensel'de, Ayhan Aktar, Mihail Vasiliadis ve Sırrı Sakık'ın görüşleriyle birlikte yayımlandı (
bkz. "Bu zihniyet Türkiye'yi Fakirleştirdi") (Bu yazı, iki gün sonra Agos'ta yayımlanan yazının da temelini oluşturdu). Elif Görgü daha sonra, konuyla ilgili daha derinlemesine bir söyleşi yapmak istediğini belirtti. 14 Kasım'da yaptığımız söyleşi 16 Kasım günü Evrensel'in pazar eki Hayat'ta y
ayımlandı (bkz. "Acı Olan İtiraf Değil, Trajedinin Alkışlanması". Konunun güncelliğini ve buradaki yazılarla yakın ilgisini dikkate alarak, bloga da eklemek istedim.

Brüksel’de konuşan Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, sözlerini Agos yazarı ve Aras Yayınları Editörü Rober Koptaş’la konuştuk. Koptaş, resmi tezlerin yanlışlığının itirafından çok, yaşanan trajedilerin alkışlanmasının ardındaki acizliğe dikkat çekiyor.

Brüksel’de konuşan Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, Türkiye tarihinin hâlâ yüzleşmediği sayfalarından biri olan Ermeni tehciri ve mübadele ile ilgili “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?” dediği konuşması çok tartışılacak. Agos yazarı ve Aras Yayınları Editörü Rober Koptaş’la konuştuk. Koptaş, resmi tezlerin yanlışlığının itirafından çok yaşanan trajedilerin alkışlanmasının ardındaki acizliğe dikkat çekiyor.


Bakan Gönül tarihte yaşananları ‘ulus inşası’nın gerekleri olarak açıkladı. Bakan tam olarak hatırlatmadı bize ama, nasıl oluştu bu ulus devlet, neler yaşandı oluşması için, siz hatırlatabilir misiniz?
Bakan, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ermenilerinin uğradığı felaketten, nüfusun büyük bir çoğunluğunun ortadan kaldırılmasından ve daha sonra da 1923’te yapılan nüfus mübadelesiyle Balkanlar’daki Müslümanların Anadolu’ya, Anadolu’daki Rumların da Yunanistan’a gönderilmesinden söz etti. Böyle söyleyip geçtiğiniz zaman bunlar kuru tarihler, soğuk tarihsel olaylar olarak görülebilir. Ancak bütün bu sözlerin arkasında, kaybedilen, öldürülen, yerinden yurdundan edilen insan sayısı kadar insan hikayesi var. Farkında olalım ya da olmayalım, büyük trajedilerden söz ediyoruz. Bunların kültürel birtakım sonuçları var; siyasal, toplumsal ve ekonomik birtakım sonuçları var. Bunlara dair çeşitli araştırmalar yapıldı, çeşitli kitaplar yazıldı; olanlar genel hatlarıyla çok iyi biliniyor. Genel olarak söyleyebileceğimiz şey, Evrensel’de de geçtiğimiz günlerde yayınlandığı gibi, bu yaşananların Türkiye’nin zenginleşmesini değil fakirleşmesini sağladığı; hem insani düzeyde, hem ekonomik düzeyde.
Ulus inşası süreci sadece etnik temizlikle olmadı, Türkiye’de ‘kalan’ nüfusun da hangi uygulamalar sonucunda tektipleştirildiğini, nasıl hizaya sokulduğunu biliyoruz. 1920’li yıllardan başlayarak Türkiye’de ulus inşası tek tip vatandaş yaratmak üzere kuruldu. Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, Türk-İslam-Sünni-Erkek kimliği dışında kim varsa mağdur oldu; kadınlar da, yoksullar da mağdur oldu.
Vecdi Gönül’e şunu hatırlatmak lazım; ulus inşası dediği şeyin birtakım zorlamalarla, baskılarla, kan dökerek gerçekleşmesi onun düşündüğü kadar matah bir şey olmayabilir. Ulus, nihayetinde bir toplumsal sözleşmeye dayanır ve o toplumsal sözleşme de zaman içinde, her an ve her gün yeniden tesis edilir. Eğer siz o toplumsal sözleşmeyi, o toplumsal barışı sağlayamazsınız, bunu belki zor kullanarak sağlayabileceğinizi düşünürsünüz, ancak yaptıklarınızın ulusun ulus olma niteliğini ortadan kaldırabileceği riskini göze almanız gerekir. Bugün eğer farklı toplumsal grupları bir ulusun eşit yurttaşları olduklarına, bu topraklar üzerinde bir arada barış içinde yaşamanın mümkün olduğuna ikna edemezseniz, bu toplumun ulus olma niteliği ciddi anlamda sorgulanacaktır. Zaten on yıllardır bunun çeşitli sonuçlarını görüyoruz, sıkıntılarını yaşıyoruz.


Bakan Gönül’ün sözlerini bireysel düşüncesi olarak değerlendirmek mümkün değil. Sürece baktığımızda önce Başbakan ‘ya sev ya terk et’ anlamına gelen sözler sarf etti ve ‘tek millet tek bayrak’ta ısrarcı olduklarını söyledi. Ardından Vecdi Gönül konuştu ve son olarak da AKP Yozgat Milletvekili ‘devlete zarar vereni vurmak’tan hoşlanacağını söyledi. Bu tablodan nasıl bir sonuç çıkarmamız gerekiyor; Ermeniler, Kürtler, Aleviler ve Türkler bu süreçten ne anlamalı?
Münferit vaka deyip geçebileceğimiz örnekler değil bunlar tabii. Belki de iyi kötü tarihle ilgileniyor olduğum için bu tür olaylarla karşılaştığımızda benim aklıma hep İttihatçılar geliyor. Bizler uzun zamandır, devlet fetişizmini ideolojisinin merkezine oturtan İttihatçı düşüncenin günümüzdeki taşıyıcılığını, CHP’nin temsil ettiği merkeziyetçi, milliyetçi, devletçi kanadın ve aynı ideolojinin mütemmim cüzü olan komitacı gözükaralığı ise Ergenekon davasıyla kirli işleri bir bir ortaya dökülen ulusalcıların taşıdığını düşünüyoruz. Bunda haklıyız da…
Yine de unuttuğumuz bir şey var. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki harcın bileşenleri arasında önemli bir yer tutan İttihatçı ideoloji, bir tür yamalı bohçayı andırıyordu. O ideoloji kuşaklar boyu devlet aklı ve devlet adamlığı tavrınca içselleştirilmiş; milli eğitim, milli tarih, militarizm, milliyetçilik gibi mekanizmalarla tüm topluma belletilmiş, hem yönetici seçkinlere hem de topluma hiza vermişti. Valilik, müsteşarlık ve bakanlık görevlerinde bulunmuş bir Vecdi Gönül; bir ‘devlet adamı’, bugün siyaseten ulusalcılardan epey uzak bir yerlerde duruyor olabilir. Ancak onun son sözleri, düşünsel altyapısının, harcına karışmış değerlerin diğerlerinden hiç de farklı olmayan bir kaynaktan geldiğini gösteriyor. Ortada, hikmet-i hükümet de diyebileceğimiz ortak bir devlet aklı var ve o devlet aklı, İttihatçılıktan çok etkilenmiş durumda. CHP ve AKP belki konjonktürel olarak farklı yerlerde duruyorlar bugün; ama görünen o ki ideolojik altyapıları; devleti, orduyu yücelten merkeziyetçi, baskıcı, otoriter değerlerden besleniyor.
Kürtler, Ermeniler, Aleviler ve elbette Türkler bundan ne gibi bir sonuç çıkartabilir sorunuza gelince... Tabii ki herkes kendi meşrebine göre bir sonuç çıkarabilir; zira bu kimlikleri homojen, bütünüyle kapsayıcı gruplar olarak ele almamamız gerekir diye düşünüyorum. Ancak, bugünkünden farklı bir Türkiye isteyen yurttaşlar olarak düşündüğümüz zaman, bu ayrımcı zihniyeti her fırsatta deşifre etmek, bu zihniyete karşı mücadele etmek gibi bir yükümlülüğümüz var. Bugün ortaya çıkan bir yükümlülük değil bu; ayrıca salt AKP’yle ilgili bir mesele de değil. Bunu sadece AKP sorunu olarak görürsek çok doğru bir tespit yapmış olmayız. AKP’si, CHP’si, MHP’siyle, silahlı kuvvetleriyle bu tip ayrımcı, baskıcı, milliyetçi bütün eğilimlere karşı hep beraber, mümkün olduğunca, gücümüz yettiğince mücadele vermemiz gerekiyor.


Bakan Gönül’ün sözleri on yıllardır devlet nezdinde resmi olarak kabul edilmeyen olayların itirafı olarak da değerlendirilebilir mi?
Tabii ki bu bir itiraf. Devlet on yıllarca tehcirin, Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin can güvenliğinin gözetilerek yapıldığını, bir savaş dönemi tedbiri olduğunu söyledi. Bunu söyleyerek dünya üzerinde kimseyi ikna edemedi tabii, ama meselemiz o değil. Bakan Gönül, tehcirin, mübadelenin ve zımnen de Cumhuriyet döneminde gayrimüslimlere karşı yapılan bütün ayrımcı uygulamaların bu toprakları Türkleştirmek için yapıldığını itiraf etmiş oldu.
Tabii resmi söylemi sonuna kadar benimsemiş bazı insanların da tepkisini çekmiş oldu bu itiraf. Mesela, Güngör Mengi Vatan’da yazdığı yazıda şöyle dedi: “Türkiye düşmanları, bakanın sözlerinden yola çıkarak Türk devletinin ırkçı içgüdülerle davrandığını, azınlıkları tasfiye amacına yönelik politikaları bilinçli olarak yürüttüğünü iddia edecekler, Bakan Gönül’ü de itirafçı tanık göstereceklerdir.” Mengi gibileri bakanın sözünü geri almasını istedi. Onun yazdıklarını okuduğunuzda, sanki devlet bugüne dek hiç “ırkçı içgüdülerle” davranmadı, sanki hiç “azınlıkları tasfiye amacına yönelik politikaları bilinçli olarak yürütmedi” zannedersiniz.
Aslında burada iki tür itiraf var: Biri sözle ifşa yoluyla itiraf ediyor, diğeri ise inkar yoluyla itiraf ediyor. Biri belki biraz daha ehlileşmiş görünüyor, diğeri belki biraz daha ne dediğini bilmez halde. Ancak ikisi de sürçülisan değil, ikisi de ciddi birer düşünce silsilesinin ve mirasının sonucu.
Bence acı olan bu itirafın kendisi değil. Acı olan, bu sözleri eden insanın vicdani muhakemeden bu kadar uzak olması. Artık siyasetçi olmaktan mı kaynaklanıyor, ya da “devlet adamı aklı” mı bunu gerektiriyor bilmiyorum, ama belli ki bakanın vicdanına epey kalınca bir perde inmiş ve o sözünü ettiği mübadelenin, tehcirin, her biri etnik temizlik olarak nitelendirilen bu olayların arkasındaki insani trajediyi göremez hale gelmiş; dahası, kendini o kadar kaptırmış ki bunları alkışlamaya kalkmış. Bu itirafın siyaseten vahim olan pek çok tarafı var, ama aynı zamanda, insani pencereden baktığınızda, o vicdan terazisinin ortadan kalkması çok daha vahim görünüyor bana. Vecdi Gönül’e bizim aslında üzülmemiz lazım.


Hrant Dink’in oğlu Arat Dink bakana yazdığı mektubunda, ‘artık azınlık okullarında çocuklar ‘yokluğum Türk varlığına armağan olsun’ desinler’ diye seslendi. Gerçekten de siyasi analizi bir yana bırakırsak, zaten acılı tarihlerini öğrenerek büyüyen Ermeni çocukları, gençleri böyle durumlardan nasıl etkiliyor, onların duygularında nasıl bir tahribat yaratıyor?
Türkiye’de gayrimüslim bir azınlık olarak, Ermeni olarak yaşamak, sırtında hep bir yumurta küfesiyle yaşamak gibi. O korku, baskılar, sindirilmişlik o kadar içselleştirilmiş ki, bir yerden sonra çocuklar dahi bu tür şeylere şaşırmaz hale geliyorlar. Bu tip şeyler artık bizim için “olağan”. 10 yıl önce bakanın biri “Ermeni dölü” dedi, üç-dört yıl önce bir bakan “arkadan hançerliyorlar” dedi, iki yıl önce Hrant Dink öldürüldü, bugün bir başka bakan da çıkıp başka bir şey dedi… Biz asıl bunları yaşamazsak şaşırıyoruz. Tabii ki bütün umudumuz bunları yaşamayacağımız bir Türkiye. Belki şunu söylemek lazım, o güvensizlik hissiyle yaşamaya alışıyorsunuz. Her an başınıza bir şey gelebilir, her an yeni bir uygulama başınıza kötü şeyler getirebilir; belki yeni 6-7 Eylüller yaşanabilir, belki yeni bir Varlık Vergisi olabilir diye düşünüyorsunuz. Bakanın sözleri ise bu olumsuz beklentilerin çıtasını epey yükselten bir etkiye sahip. Çünkü bu sefer övülen şeyler, tehcir gibi, mübadele gibi, ölümleri, insanların yerinden yurdundan edilmesini ima ediyor. Demek ki korkmamız gereken daha ciddi şeyler de varmış. Bunun farkına da Vecdi Gönül sayesinde varmış olduk.


Bütün bu açıklamalar, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant Dink cinayeti ile ilgili devlet yetkililerinin de bu cinayetten sorumlu olduğu raporunu hazırladığı bir döneme denk geldi. Davanın gelişimi açısından bir etkisi olacağını düşünüyor musunuz?
Hükümetin, başbakanlığın tavrının davanın gidişatı üzerinde çok önemli bir rol oynayabileceğini hepimiz biliyoruz. Valiliklerin hangi devlet memurlarının soruşturulmasına izin verdiğini, hangilerine vermediklerini -ki genellikle vermediler- soruşturulmasına izin verilen memurların maaş kesintisi cezalarıyla nasıl kurtulduğunu biliyoruz. Bu yüzden başbakan’ın Teftiş Kurulu raporu hakkında nasıl bir tasarrufta bulunacağı da davanın geleceği hakkında belirleyici olacak. Öte yandan, bir Ergenekon davası sürüyor, bunun orduyla birtakım ilişkileri var; AKP’nin, başbakan’ın bütün bunlar karşısında nasıl bir tavır izleyeceği, bütün suçluların ortaya çıkması yolundaki çabaların arkasında durup durmayacağı, yoksa Şemdinli’de olduğu gibi su mu koyvereceği tabii ki Hrant Dink davasının sonucunu da etkileyecek. Kamuoyunun göstereceği kararlılık da elbette önemli. Ancak Teftiş Kurulu raporundan sonra AKP’nin gereken adımları atmaması, sembolik olarak kendi siyasi sonlarını hızlandıran bir sürece de dönüşebilir. Çünkü gereğini yapmamak suça ortak olmaktır!..

“Kral olamazsın demedim”

Agos, 14 Kasım 2008


Devlet aklının mahsulü

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün Brüksel’deki sözleri, birer insanlık suçu olan tehciri ve mübadeleyi adeta bir İttihatçı gibi savunması, Türkiye’nin kangrenleşmiş sorunlarının ne kadar derin köklere sahip olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.

Bizler uzun zamandır, devlet fetişizmini ideolojisinin merkezine oturtan İttihatçı düşüncenin günümüzdeki taşıyıcılığını, CHP’nin temsil ettiği merkeziyetçi, milliyetçi, devletçi kanadın ve aynı ideolojinin mütemmim cüzü olan komitacı gözü karalığı ise, Ergenekon davasıyla kirli işleri bir bir ortaya dökülen ulusalcıların taşıdığını düşünüyoruz. Bunda haklıyız da…

Yine de, unuttuğumuz bir şey var. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki harcın bileşenleri arasında önemli bir yer tutan İttihatçı ideoloji, bir tür yamalı bohçayı andırıyordu. O ideoloji kuşaklar boyu devlet aklı ve devlet adamlığı tavrınca içselleştirilmiş, milli eğitim, milli tarih, militarizm, milliyetçilik gibi mekanizmalarla tüm topluma belletilmiş, hem yönetici seçkinlere hem de topluma hiza vermişti.

Valilik, müsteşarlık ve bakanlık görevlerinde bulunmuş bir Vecdi Gönül, bir ‘devlet adamı’, bugün siyaseten ulusalcılardan epey uzak bir yerlerde duruyor olabilir. Ancak onun son sözleri, düşünsel altyapısının, harcına karışmış değerlerin diğerlerinden hiç de farklı olmayan bir kaynaktan geldiğini gösteriyor.

Aksi takdirde, reform ve demokratikleşme iddiasındaki bir hükümetin bakanı olarak, 20. yüzyıl başlarının, Hobsbawm’ın deyişiyle ‘aşırılıklar çağı’nın en karanlık sahnelerini, insanlığa karşı işlenen suçları bir asır sonra, bambaşka koşullar altında övmesi, bunları bugünün Türkiyesini meydana getiren büyük dönüşümün adımları olarak alkışlaması mümkün olur muydu?



“Kral olamazsın demedim”

Bakan Vecdi Gönül’ün Brüksel’deki açıklamaları, benim aklıma, hiç yaşamamış bir Almanya Savunma Bakanı’nın, Thomas Herz’in (tesadüfe bakın, onun da soyadı ‘Gönül’) bir zamanlar vermiş olduğu şu demeci düşürdü:

“Ben Essen Ticaret Odası’nda da bir dönem görev almıştım. Bu odanın kurucuları arasında bir tek Alman yoktu ve tamamı Yahudilerden müteşekkildi. (…) Bugün eğer Almanya’nın birçok yerinde Yahudiler devam etseydi. Bugün acaba aynı Alman milli devleti olabilir miydi? Bu etnik temizliğin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum ama eski dengelere bakarsanız bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır.”

Bakan Herz’le bakan Gönül’ün tanışmışlığı, karşılıklı birer fincan kahve içmişliği var mıdır, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bakan Herz’in bu demecinden sonra bakanlık koltuğunu ısıtmaya çok da uzun süre devam edemediği; makamından indikten sonra da, her nedense, ortalıkta makbul bir politikacı olarak dolaşamadığı.

Peki, bakan Gönül’ün bugün sahip olmakla övündüğü ‘milli devlet’ gerçekten övünülesi bir şey midir? İnanın, onu da bilmiyorum. Bildiğim, yaşadıklarımızın ruhumuzda bıraktığı izlerden ve dönüp etrafıma baktığımda gördüğüm şu ‘milli’ manzaradan ibaret:

Müslüman-Laik, Kürt-Türk, Alevi-Sünni gibi pek çok ağırlık noktasında her geçen gün daha da ayrışan, sorunlarının üzerine eğilmektense onları halının altına süpürmeyi alışkanlık haline getirmiş, adeta aynı dili konuşmaz hale gelmiş bir ‘milli’ toplum; darbelerden, militarizmden, ekonomik krizlerden, bin bir çeşit ayrımcı uygulamadan, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasından, azınlıkta kalanın, zayıf olanın ezim ezim ezilmesinden müteşekkil bir ‘milli’ tarih; gayrimüslimlerin mallarına, topraklarına konarak, ithal ikameciliğin pamuklu bezleriyle sıkı sıkıya korunarak, çalışanların örgütlenme hakkını sistematik olarak gasp ederek semiren bir ‘milli’ burjuvazi…

Kaç gündür düşünüyorum. “Ben sana milli devlet olamazsın demedim, adam gibi bir devlet olamazsın dedim” diyen bir masal var mıydı, yoksa hafızam bana oyun mu oynuyor?


‘Türkiye’de yaşama hakkı’na karşılık ‘yaşama hakkı’

Bakan Gönül’ün sözleri elbette basit bir sürçülisan değil; ayrımcı bir zihniyetin, kendi zorbalığından memnun bir milliyetçiliğin en çıplak dışavurumu.

Vecdi Gönül, esasen, “Bizim bir ulus devletimiz var. Ne yapsak, ne söylesek mubah ve meşru. Tarihi de biz yazarız, kimin dost, kimin düşman olduğuna da biz karar veririz” diyor.

Bakan, konuşmasında ‘neyşın bilding’ diye birkaç kez andığı ulus inşasının ancak ve ancak zorbalıkla mümkün olduğunu zannediyor. Ulusun, nihayetinde bir toplumsal sözleşmeye dayandığını es geçiyor.

Gönül, temsil ettiği siyasi hareketin de mağduru olduğu ceberut devletin paydaşlığına göz kırpıyor. Makbul sayılma isteği gözünü o kadar karartmış ki, insanlığa karşı işlenen suçların, etnik temizliklerin suç ortaklığını dahi üzerine alıyor.

Oysa o devletin asıl sahipleri, çok daha ehlileşmiş olduklarından, sınıf atlamak için yırtınan ama hata üstüne hata yapan sonradan görmeye bıyık altından gülen sinik aristokratlar misali, Gönül’e doğru yolu gösterecekler. Güngör Mengi’nin sözlerine bakalım:

“Türkiye düşmanları, Bakan’ın sözlerinden yola çıkarak Türk devletinin ırkçı içgüdülerle davrandığını, azınlıkları tasfiye amacına yönelik politikaları bilinçli olarak yürüttüğünü iddia edecekler, Bakan Gönül’ü de itirafçı tanık göstereceklerdir.” (‘Bu Söz Hemen Geri Alınmalı!’, Vatan, 11 Kasım)

Sanki sözü edilen devlet bugüne dek hiç “ırkçı içgüdülerle davran”madı, sanki hiç “azınlıkları tasfiye amacına yönelik politikaları bilinçli olarak yürüt”medi.

*

Gönül, memlekete dönüşünde verdiği demeçte, basının sözlerini çarpıtarak aktarıldığını söylemiş; ne kadar özgürlükçü ve demokrat olduğunu gösterme fırsatını kaçırmamış: “Bugünkü azınlıklarımız bizim zenginliğimizdir. Bugünkü azınlıklarımız ayrıca bizim hoşgörümüz sebebiyle Türkiye’de yaşamamaktadırlar, onlar hakları olduğu için Türkiye’de yaşamaktadırlar.”

Bakanın dün/bugün, haklılık/haksızlık konularını yeniden düşünmesi, geçmişte bu topraklar üzerinde yaşayan “azınlıklarımız”ın neden burada yaşamayı “hak etmediğini” açıklaması gerek. Bugün “hakları olduğu için Türkiye’de yaşayanların” gelecekte hangi koşullarda bu hakkı kaybedeceğini; onları tehcir etmenin, mübadeleyle sürmenin, ‘yaşama haklarını’ ortadan kaldırmanın hangi şartlarda meşru olacağını da…

Ne de olsa, bugün de ortalıkta ‘milli devlet’in tehlikede olduğunu düşünen mebzul miktarda insan var. Ya onlar, savunma bakanına ve başbakana kulak verir de pompalı tüfekleri kuşanıp “kendilerini savunma” yoluna giderse?

Diaspora?

Agos, 7 Kasım 2008

Aret Gıcır’ın dediği gibi, her birimiz çoktan kendi kendimize diaspora olduk da, acaba Türkiye Ermenileri bir topluluk olarak diaspora mı sayılır?

Talin Suciyan’ın Ermenistan’da yeni kurulan Diaspora Bakanlığı’nın başına getirilen Hranuş Hagopyan’la yaptığı söyleşi ve yeni bakanın iyi niyetli sözleri bir süredir aklımda dönüp duran soruyu iyice su yüzüne çıkardı. Türkiye’de yaşayan Ermeniler diasporalı mıdır?

Hagopyan’ın zihni bu konuda benimki gibi bulanık değil elbette. Kendisini tebrik eden Talin’e şöyle söylüyor: “Bir diaspora Ermenisi olan size de söylemek isterim ki, Diaspora Bakanlığı sizin evinizdir.”

Hagopyan’ın yaklaşımının özü açık: Bugün, bir “anavatan” (Ermenistan) var olduğuna göre, onun dışında yaşayan Ermeniler, bu arada elbette Türkiyeli Ermeniler de, diasporadır.

Bu, Taşnakların 1918’de kurduğu, 1920’de Sovyetleştirilen, 1991’de bağımsızlaşan Ermenistan devletinin perspektifi. Oysa diaspora tarihsel bir olgu: Bugün ağırlıkla 1915 karanlığından canlarını kurtarabilenlerin torunlarından oluşsa da, Ermenistan’dan da, 1915’ten de önce, farklı coğrafyalarda diasporik Ermeni grupları vardı.

Araştırmacılar, Ermenilerin dağılmasının başlangıcı olarak, Ani Krallığı’nın yıkılması sonucunda (1045), Doğu Anadolu’da yaşayan nüfusun göçünü kabul ediyor. Sonraları, Kilikya Krallığı’nın sona erişi (1375) ise ikinci diasporalaşma dalgasını oluşturuyor.

Bugün, Türkiyeli Ermeniler çoğunlukla İstanbul’da yaşıyor. Bu nüfus genellikle bir-iki kuşak önce Anadolu’dan göçen ailelerden müteşekkil. İstanbul asırlarca, kültürel ve siyasi anlamda, Tiflis ve Bakü’yle birlikte en büyük üç Ermeni merkezinden biriydi. İstanbullu Ermenilerin, yüzlerce yıllık kiliseleri, okulları, köklü gelenekleri, ve ağır siyasal sorunlara karşın, üzerinde yaşadıkları toprakla sıkı bağları var.

Bunları şunun için söylüyorum: Türkiye’de yaşayan Ermeni, kendini bir diaspora mensubu saymaz. ‘Diaspora’ dendiğine onun aklına Halep, Beyrut gibi görece eski, Paris, Los Angeles gibi yeni merkezlerde yaşayanlar gelir. O zaten, Ermenilere asırlardır yurt olmuş bir toprağın üzerinde, ‘anavatanında’ yaşamaktadır. Ermenistan, özellikle bağımsızlığın ardından, ortak tahayyülde önemli bir yere oturmuştur şüphesiz; ancak, orada yaşamamak, diaspora olmak anlamına gelmez.

Madalyonun bir de tersi var elbette. Duygusal değil de sosyal ölçekte yaklaştığınızda, Türkiyeli Ermenilerin, kendilerini diaspora olarak görmeseler de, hızla diasporalaşmakta olan bir topluluk olduğu söylenebilir. Anadili, kültürel üretim, gündelik yaşam düzlemlerinde Ermeniliğin birtakım sembollere indirgenmiş hali, tıpkı Anny Bakalian’ın ünlü From Being Armenian to Feeling Armenian kitabında anlattığı gibi, ‘Ermeni olmaktan, Ermeni hissetmeye’ doğru bir gidişata işaret eder.

Hagopyan, söyleşide defaten diaspora Ermenilerinin yekpare bir yapı oluşturmadığının, zengin bir çeşitlilik arz ettiğinin farkında olduğunu vurgulamış. Bakanın Türkiyeli Ermenilere, bu çeşitlilik içindeki özgün bir durum olarak yaklaşması, salt siyasi değil, kültürel boyutta da onların özgül koşullarını anlamaya çalışması gerekecek.

Aksi halde, Diaspora Bakanlığı’yla Türkiye Ermenileri arasında sağlıklı bir ilişki ve iletişim kurulması mümkün olmayabilir.